27 Şubat 2011 Pazar

JELATİN ABLA ORADAN BURADAN BİLDİRİYOR

Muhteşem Yüzyıl'ı kaçıran ev halkına özet geçmek boynumuzun borcudur.


Selam Çet!

Geçtiğimiz Perşembe akşamı, beğendiğim oyunculara ve yönetmenlere ödüllerini vermek üzere tabii ki ben de SİYAD Ödül Töreni'ndeydim. Ortama hakim olan kötü içkilerin yanısıra, (Şu millete her şeyi öğrettim, bir tek bu tür organizasyonlarda yabancı içki ikram etmeyi öğretemedim) ortama hakim kot pantolonların ve tozlu ayakkabıların arasında, eğlenceli tek şey tabii ki kadim dostum Z. ile ünlüleri çekiştirmemizdi. Anlaşılan o ki, entel film insanlarına bu tür törenlere gelirken giyinmeyi de öğretememişim. Evet, belki çok Hıncal Uluçsal bi çıkış olacak, sevgili okurlarım, ama birileri bu çılgın çocuklara, galalara / ödül törenlerine filan serkeş, salaş gelmenin hiç de cool görünmediğini, hele hele bohem hiç olmadığını, aksine bitli bir izlenim verdiğini anlatmalı.

Neyse.. 2-3 saat süren ödül töreninin ardından, tabii ki Gazino Beyoğlu'nda yer alan after party'ye gitmesek Tuncel Kurtiz bize darılabilirdi. Eski tip gazino atmosferinde, birbirinden damar ve nostaljik şarkılarla felekten bir gece çaldık. Böylece kot pantolonlu dallamalara duyduğum öfkeyi unutuverdim. Gecenin asalet ödülü Melisa Sözen'e, antipatiklik ödülü Engin Günaydın'a, canayakınlık ödülü ise adını hiçbir zaman bilmediğim fakat sırf şu yazı için uğruna Google'lar eskittiğim Nursel Köse'ye gitti. Bu arada yeri gelmişken tastakım elbisesiyle gözümüzde ayrı bir yer edinen Kavak Yelleri Efe'ye ise Yolyordam Ödülü veriyorum.

Sevgiler,

22 Şubat 2011 Salı

NELER DEĞİŞTİ?


Huylarım değişti. İstanbul'da yaşamaya başlayalı 1 sene geçmiş ve bakıyorum, huylarım değişiyor! Çok merak ettiğinizi düşünerek sizlerle bazılarını paylaşmaya karar verdim.

1) YALIN BENİM RUH İKİZİM: "Dostum, o herifin her bir albümü tek bir şarkı üzerinden gidiyo yaaaee!" şeklinde terbiyesizlikler yaptığım günler, kendisinin Pencere adlı şarkısının hayli meşhur olduğu zamanlarda arabada Çağrı'yla ilerlerken herrrr seferinde delireyazmalarımız filan... Heeeepsi geride kaldı. Bugün, ne zaman kızkıza toplansak, Yalın dostumdur, kankardeşimdir. Bu arada geçtiğimiz yaz Kuruçeşme'de yağmur altında kendisini dinledik. Performansına da ayrıca hayran kaldık. Yine olsun, yine gideceğiz.

2) İLHAN İREM: Tövbe tövbe; ama İlhan İrem denilince hep gülesim gelirdi, hem inceden bir acıma duygusu sızardı kalbimden. Ev arkadaşım sağ olsun. Bugün bir, Konuşamıyorum, İşte Hayat, Don Kişot, Olanlar Olmuş... Hepsine ayrı ayrı kanım ısındı. Hepsi çocuklarım gibi.

3) GÖKSEL -OUT!: Üzgünüm Göksel; ancak geldiğimden bu yana 1 kez olsun nostalji 1234568 şarkılarından bağımsız, KENDİ güzel şarkılarından oluşan bir albüm çıkarmadın, konser vermedin. Kendine yazık ediyorsun, Muazzez Ersoyluk çukurunda boğulmaya yüz tutmuşsun. Hem bu cover'ın modası geçmedi mi yahu?!

4) MENEMEN: Yumurtayı sadece "omlet" olarak yiyebilen bir insan olarak; eski ev arkadaşım sayesinde menemen sever oldum. Şimdi her Cumartesi, "Menemen mi yapsam yaaee?" cümleciğiyle uyanıyorum. Çoğu zaman üşeniyorum o ayrı konu.

Menemen biraz gereksiz durdu sanki de...
Neyse.

21 Şubat 2011 Pazartesi

MANZARA

"Tek taşımı kim aldı?" isimli tiyatro oyunu, Mayıs'ta, yine burada!

Cumartesi akşamı evde yine güzeller güzeliyim, kanalları geziyorum. Kavak Yelleri'nde duruyorum. Kızcağızın biri belli, sevgilisinden ayrılmış, deniz kenarına oturmuş, elinde Küçük Prens kitabı. Hem ağlıyor, hem sayfalarını yırtıyor. Kitap da hayli yeni basım. Yani hakikaten ya yeni keşfetmiş (kıyamam) ya da daha evvelde de var böyle "kitap parçalama" "yırtıp yakma" vukuatları. Bari "the kült" kitap yırttıracaksınız oyuncuya, gidin eski baskısını alın. En azından "havalı" görünür. Fahrenheit 451 stayla! Herrr neyse.

Peki ya, cidden, yaşını başını almış, koca koca kızların hâlâ Küçük Prens sayıklaması? Küçük Prens, sahi, ne zaman “yeniden” moda oldu? Ne oldu da dizaynır ayakkabılardan, kolye uçlarına, buzdolabı magnetlerinden, iç çamaşırlarına uzanan geniş bir ürün yelpazesinde kendine yer buldu?

Yokluğumda, hayli romantik & dramatik bir filmde, kadın karakterin kendinden bir şeyler bulduğu bir kitap olarak mı rol aldı? Ne oldu da Küçük Prens’ten sonra okunan hiçbir kitap bir türlü o şöhreti yakalayamadı, kızları ve yüreği yaralı erkekleri kalbinden vuramadı?

Mesela bir Fedor Amca, bir Matilda, bir Nezihe Meriç ürünleri... Bunlar güzel şeyler. Hayat Küçük Prens'le geçer mi ya?! Tek okuyup sevdiği kitap Fight Club, efendime söyleyeyim Tutunamayanlar olan adamlar gibisiniz.

Gidiyorum.


10 Şubat 2011 Perşembe

YAZLIĞIM KIŞLIĞIM / Bİ DE YANINA YAKIŞTIĞIM

Burası bizim evin mutfağı değil. Burası, anneannemin mutfağı değil. Burası, Arnavutköy'de (oysaki gayet cool ve Ankarasal duran) bir BAR'ın "bar arkası". Diyeceğimiz o ki: ANNE RUHU IS EVERYWHERE!

Cumartesi günü havanın müthiş olması, saçlarımın fönlü ve harika olması beni Güney’e inmeye yönlendirdi. E. ile buluşup dedikodu yaparız düşüncesiyle yollara düştüm. Fıttırı fıttırı yuvarlanıp Cafe Nero’nun önünde durdum. Hani E. gelecek, biz kahve içeceğiz… Ben de bu arada safça “Kahve söylesem mi söylemesem mi, yerimi kaparlar mı kapmazlar mı? Azıcık beklesem E. ile birlikte mi alsak kahveleri..” diye düşüne düşüne bir yarım saati bitirdim. Neyse ki yanımda hiç okunmamış bir Penguen, bir de Uykusuz var. Oturduğum yer de sanki deniz kenarı, aman kimsecikler kapmasın! Haspam. Neyse.

Bir de, bu deniz kenarı mekânlarında, efendime söyleyeyim Bebek’teki kahvecilerde filan tuhaf bir devinim oluyor ve bu yüzden zaman zaman gerilebiliyorum. En öndeki, yani denize en yakın masalar için tuhaf savaşlar dönüyor ve bu beni yıpratıyor. Denizin dibindeki masalar doluysa ve başka bir yere oturduysan eğer, ilk işin öncelikle o “the masa”yı kesmek oluyor. Ne yiyorlar? Ne içiyorlar? Kaç kişiler? Yüzleri gülüyor mu? Sohbetleri, yeni sohbetlere gebe mi? En önemlisi: yiyeceklerinin kaçta kaçını tüketmişler?

Ne zaman ki o masadakiler kalkmaya niyetleniyor, işte o zaman çevre masalarda huzursuz kıpırdanmalar, etrafa çaktırmamaya çalışılan bir tedirginlik baş gösteriyor. Yerinden kalkarsan, geri dönemezsin! Öyle kalktım ön masaya geldim, “Aaa yoksa siz 3sn’lik burun farkıyla daha mı yakınlaştınız? O hâlde ben hiçbir şey olmamış gibi geri döneyim masama…” olmaz. Eğer niyetleneceksen, ZAFERE NİYETLENECEKSİN!

Anlatması bile şu an midemde ufak kasılmalar, avuç içlerimde hafif terlemelere sebep oldu. Dolayısıyla bir süredir benim en sevdiğim kısım, o “the masa”nın bir arkasındaki masaya kurulup; şahısların “the masa”yı kaptıktan sonraki zafer dolu surat ifadelerini izlemek.

Tabii ben tüm bunları düşünür durur, bizleri yavaş yavaş terk eden güneş, gözlüklerimi çıkarmama olanak sağlarken; E.’nin tam 1.5 saat geciktiğini fark etmiş bulundum. Aradım. Telefonumu uykulu bir sesle açtı ve aman efendim duş alıp saçlarını kuruttuktan sonra hafif bir üşümeyle kendini YORGANIN ALTINA SAKLADIĞINI filan söyledi. Gerçekten ilginç bir kafa olsa gerek. Tabii üstüne düşmedim; ama biliyorum ki yorganın altına sadece ve sadece uyumak için girilir!

Tabii ki hikayemiz Aşıklar Parkı şarkısındaki Nazan Öncel'in acınası hâli gibi bir durumla sona ermedi, Asaletimden Her Daim Emin Okurlar'ım. Boğaz manzarası eşliğinde kahvesini yudumlayıp sigarasını içen Parizyen bir kadın olarak tabii ki de yeni romanımın tohumlarını atacaktım.

ESESESES

Merhaba canlarım, öncelikle sizlerle Pazar gezmesi kombinimi paylaşmak isterim. Şaka şaka. Fotoğrafı kimden çaldığım apaçık ortada zaten.

Biraz uykusuzum, çünkü bugün iş yerindeki muhabbetlerine yabancı kalmamak için dün gece Muhteşem Yüzyıl adlı diziyi izlemek zorundaydım. Malumunuz evde müthiş bir televizyonum var, ancak DIGITURK’üm yok. Dolayısıyla dizileri yasadışı yollardan izliyorum. Hâliyle benim Muhteşem Yüzyıl’ı benimseyip uykuya dalmam 2’yi buluyor.

Bir yanım Muhteşem Yüzyıl’ı sindirirken (Pargalı’nın o agresif hâlleri neydi öyle ayol?!) bir yanım olmayan / olamayan dizi Şüphe’nin akıbetini merak etmekle meşgul. O kızcağızın böyle cenabet, böyle basiretsiz bir katılımı var her diziye... Bu şanına rağmen kendisini devasa bütçeli bir yapımda başrolde konumlandırmak için az buçuk kör olmak gerek. Belki de körkütük aşık olmak. Neyse. Belki de yapımcı, sevgili Seli.n Demi.ratar'ın annesidir? Yoksa o ses tonu, o kafaya 2 beden büyük gelen kâkül, nursuz surat… LANET OLASI! Hatta yeterince Onur Baştürk olsam, geçen sene bir ödül töreninde tam dizinin ortasında biten beyaz gece elbisesi ve iki arada bir derede topuğuyla nasıl ortalıkta sektiğini, çevresine nursuz bakışlar attığını anlatabilirim. Hayatında yolu bir kuaföre düşmüş ve orada hasbelkader önüne bir moda dergisi almış her kadın en tehlikeli etek boyunun tam dizin ortasında biten etek boyu olduğunu bilir. O, kankalarıyla böyle üstteki gibi pozlar verir, nereye gideceğini bilemezken; ben zümrüt yeşili kokteyl elbisemle göz dolduruyordum, şarabın erken tükenmesi siniriyle NTV kameralarının önünden geçiyordum... Neyse ki asil ve olgun yanım beni dedikodu yapmaktan caydırıyor. (Ha bi de biz bu konuyu kahve & sigara keyiflerinde çok dillendirdik belki de ondan.

Gerçi dizi, nursuz kız olmasa da, muhteşem bir stratejik hatayla Muhteşem Yüzyıl'ın karşısına kondurulmasa da, yine sıkıcı & yine sıkıcı. Yazıya ara verdiğim bi' noktada Şüphe'nin final bölümünün bu akşam, yani Fatmagül'le Mıstafa'dan sonra yayınlanacağını öğrendim. Haydi bakalım. Nursuz Çalıkuşu zenginliğin sınırsız olduğu dünyaya ayak uydurabilecek mi? Heppppsi Mıstafa'dan sonra.